Hediye Kampanyamız:En fazla puan toplayan 3 kişiye 400TL'lik hepsiburada hediye çeki hediye ediyoruz..

KÖŞE YAZILARI

| Tüm Köşe Yazıları | Tüm Yazarlar | Yazıcı Dostu |


Mehmet Vural:1957 yılında Erzurum ilinin Şenkaya ilçesine bağlı Evbakan köyünde dünyaya geldi İlkokulu doğduğu köyde, ortaokul ve liseyi Oltu ilçesinde bitirdi. 1975 yılında girdiği Kırşehir Eğitim Enstitüsünden 1977 yılında mezun olarak sınıf öğretmeni oldu. Aynı... Devamı

Diğer Yazıları - Mesaj Yaz - Üye Profili
"AAAH İLKOKUL..."

Bir zamanlar ülkemizin en sağlıklı kurumsal yapılarından birisiydi ilkokullar.. İçinde bulunduğu sistemin sıkıntılarına rağmen, bir kenarda sessiz, iddiasız ve çoğu zaman sorunsuz kalabilmiş bu naif kurumu ve başına gelenleri anlatmam, doğrusu benim için hiç de kolay değil..

Küçücük ve sıcacık yapılardı onlar.. İçindeki dostluklar ve arkadaşlıklar yapmacıktan uzaktı. Sevgi, bir sözcük olmanın ötesinde yaşanılır, tek yürek olmanın insanı saran dayanılmaz sıcaklığı eşsiz bir yaşam keyfine dönüşürdü. İçeri girenlerin adam yerine konulduğu, belki de tek kamu kurumuydu. Öğrenciler kendilerini evlerinde gibi hisseder ve çocukluklarını doya doya yaşarlardı. Koridorlar, sınıflar ve okul bahçesi cıvıl cıvıl olurdu; çünkü burası ilkokuldu ve çocuklara ait bir dünyaydı.

Sınıf öğretmenleri, görev tanımları gereği ilkokul içindeki sorumluluğu eşit olarak paylaşırlardı. Gerçi evrensel ölçekte en iyi değillerdi; çağın bilgileriyle de yeterince tanışamamışlardı henüz; üstelik, sadece biçimsellik isteyen ilkel ve ezberci bir sisteme bağlıydılar; ders programlarının aşırı yükü ellerini kollarını bağlıyor, dahası, otorite ve aşırı denetimle canlarından bezdiriliyorlardı.. Ancak yine de, üstlendikleri sorumluluk gereği kendilerine teslim edilen çocukları daha ilerilere götürebilmek için canla başla çalışıyorlardı.. Günün tüm ders saatlerini birlikte geçirdikleri öğrencileriyle aralarında öyle bir ünsiyet oluşuyordu ki, sonunda öğretmen onlarla ağlayıp onlarla gülmeye başlıyordu.

Aslında bütün her şey tek kelimeyle açıklanabilirdi; sorumluluk. Belki de eğitimde en büyük amaç olması gereken bu kavram, farkında olunmadan sınıf öğretmenlerinin üzerine yüklenen bir misyon haline dönüşmüştü. Bir adım sonrası, çocukların da sorumluluk sahibi bireyler olarak eğitilmesiydi, ki yapılamayacak bir şey değildi..

Oysa orta öğretim kurumları o günlerde, sistemi kemiren koca ve habis bir ur gibiydiler. Bırakın ergenlik sorunlarıyla baş edemeyen gençlere yönelik psikolojik destek kavramını, çatışmaya dayalı ilişkiler bütünü ile çocukların birey olma bilinci yok ediliyor, ezberci bir sistematik ile yetenekleri öldürülüyor, merak duyguları köreltiliyor ve bilime karşı negatif önyargılar körükleniyordu. Göstermelik olduğu her halinden belli olan rehberlik saatleri ise, ders ücreti almaktan başka hiçbir işe yaramıyordu. Bir insanın en hazmedemeyeceği şey adam yerine konulmamaktır, ki orta öğretim gençlere tam da bunu yapıyordu.. Öğretmenin genel duruşu ve kendini ifade tarzı çoğunlukla şöyleydi; “Dersime girdikten sonra çeker giderim!.. İster öğrenirler ister öğrenmezler!” Kuşkusuz bunu art niyetle söylemezlerdi. Ancak yanlış kurgu, öğretmeni de sorunun bir parçası haline getirmişti.

Eğitim bürokrasisi ve siyasiler çözümü içerikte değil de biçimsellikte arayarak sürekli yapısal değişikliklere gidiyorlar, ancak sorunu bir türlü çözemiyorlardı.

Nihayet bir gün, o herkesin bildiği sıradan sebepler sonucu sessiz sedasız çökertilen zavallı ilkokul, kaba ve hoyrat ortaokulun kirli ellerine teslim edildi.

Hani bilirsiniz, bir türlü uyuyamayan Hoca karısını da huzursuz etmiş. Uykusunu kaçıran şeyin ne olduğunu anlamak isteyen hanımına; "Düşünüyorum hanım," demiş. "Düşünüyorum da, komşunun eşeği hamile. Eğer kuyruksuz bir sıpa doğurursa ne yaparım ben."

"Aman efendi, saçmalama!" demiş hanımı. "Komşunun eşeği kuyruksuz sıpa doğuracaksa doğursun, sana ne?"

Hoca kızmış; "Bre hanım!" demiş, "Nasıl dert etmem. Hem ne var bunda anlamayacak? Düşün bir kere... Komşunun eşeği kuyruksuz bir sıpa doğurdu diyelim. Sonra o sıpa büyüyüp eşek olmıyacak mı? Komşumuz kuyruksuz eşekle oduna gidecek. Odun yüklü eşekle köyün girişindeki o çamurlu yola gelecek. Sonra eşek çamura batacak. Komşum beni yardıma çağıracak. Ben hemen komşumuzun yardımına koşacağım. İyi de, o sırada ben eşeğin neresinden tutacağım ha? Söyler misin neresinden tutacağım?"

Bizim Hoca’nın korkularının bir başka benzerini hissedenler, ellerini çabuk tutmuşlardı.

Orta yerde bir insanlık suçu işleniyor, ancak söylenen her söz siyasi kanaatler içeriyordu. Yapılan tartışmalarda eğitim bilimleri ile ilgili tek bir sözcük bile kullanılmıyor, kimse olayın çirkinliğini konuşmuyor, kimse parmağını kaldırmıyor ve kimse ayıplamıyordu.

Ve fakat, bir bardak suda fırtına koparmayı başaranların niyeti üzüm yemek değildi. Eğitimli insan sayısıyla filan da ilgilendikleri yoktu.. Ve sonunda öyle bir arbede yaşandı ki, o toz duman içinde canım ilkokulun canına okudular.. Oysa zorunlu eğitimi sekiz değil, on sekiz yıl yapabilirlerdi; kimsenin de gıkı çıkmazdı ve hatta alkışlardık onları…

Boynunda koca bir yılanla dolaşan adama sormuşlar; "Neden?"

Adam gururla cevap vermiş; "Ya denize düşersem diye, tedbirli davranıyorum."

Heyhaat!. Birileri aşağılık bir korku sonucunda tedbirli davranmışlardı; bilime, akla ve hukuka rağmen..

Hastalıklı ortaokul sağlıklı ilkokulla birleşince, çıka çıka ortaya ucube bir ilköğretim okulu çıktı. Önce binalar büyüdü, sonra iletişim koptu.. Sorumluluğu paylaşmaya alışmış sınıf öğretmenleri, bu durumu bir zaman anlamaya çalıştılar. Kafaları karışmıştı; ortada, dersine girdikten sonra çekip giden bir başka öğretmen grubu vardı çünkü. Problemli onca öğrenci olmasına rağmen hiç birisine sahip çıktıkları yoktu.

Koridorlar bir anda, iri kıyım ve deli dolu gençlerle dolmuştu. Tuvaletler de dahil, her yerde onlar vardı.. Argo konuşuyorlardı çoğu kez, birbirleriyle bir başka türlü ilişkileri vardı. İzledikleri televizyon programlarının etkisini görebiliyordunuz.

Ve zavallı ilkokulun zavallı yavrucakları; bu hengamede eziliyorlar, itilip kakılıyorlardı. Bazen de fiziksel saldırıya uğruyorlardı.. Oyun alanları yok edilmişti. Fillerle kuzuları bir araya koymak gibi bir şeydi bu.. Onların bu garip ve mahzun halini seyretmek, sınıf öğretmenleri için dayanılır gibi değildi. Koruma içgüdüleriyle zavallı yavrucaklarına kol kanat germeye çalışıyorlardı, ancak bu yeterli olmuyor, üstelik çoğu kez kendileri de, yedi ve sekizinci sınıf öğrencilerinin tacizine uğruyorlardı.

En acı olanı ise; sınıf öğretmenleri hariç, bu durumu gören ve bilen hemen hiç kimsenin sesini çıkarmamış olmasıydı. Büyüklerimizin yanlış yapmayacağına inanan bazıları, ezilen minikleri gördükçe “vardır bir bildikleri” diye düşünüyorlar, bir kısım insanlar ise hiç bilem dert edinmiyorlardı bu vahşeti. Bazıları korkuyor, sistemin içindeki birçokları ise deryayı bilmeyen balıklara pek benziyorlardı.

Şimdilerde, sıradan insanların bile göz ardı edemeyeceği çoklukta bir dizi sorunla boğuşan ilköğretim okulu, küflü ve kocaman bir mantar gibi hem kendisini hem de içindeki her şeyi çürütmek üzeredir..

Oldukça geç kalınmış olmasına rağmen nihayet 2007 yılında yürürlüğü giren bir uygulama ile, beşinci sınıflar denge unsuru olarak kalırken, günün bir yarısında ikinci kademe diğer yarısında ilk dört sınıfın öğrencileri okulu paylaşmaya başladı; bu basit çözüm bütün sorunları çözmemişti belki ama, yine de önemli bir şeydi.

Demem şu ki, bu ülkede araştırma yapan yok, eyvallah!.. Hem yapmak isteyen için de koca bir kamu engeli var, tamam; ancak kimsenin aklına gözlem yapmak da mı gelmez?.. Birileri gitsin Allah aşkına!.. Önce hafızalarında yaşayan ilkokula doğru hayali bir yolculuğa çıksınlar, sonra da gidip ilköğretim okullarını bir görsünler ve ellerini vicdanlarına koyup bir düşünsünler..

O güzelim ilkokulu, şu garabetin kirlenmiş ellerinden çekip almanın, faydasından gayri ne mahzuru var yahu!..

“Bu felaketi durdurun!” demek için, ne yazık ki sesimiz çok kısık.. Bundan geri bana düşen, eğitim sistemini böyle bir kaosun içine sürüklemeyi başaranları, anlayabilecekleri bir ironi ile tebrik etmektir.. Bu karmaşa ancak okumuş çocuklar tarafından başarılabilirdi, ki başarmışlardır..

Şimdi anlatacaklarım, bu trajedinin sonunu merak edenler içindir.. Buyurunuz!..

Sahip olduğu yüz koyunu bir çobana teslim eden ağa, onları dağlara uğurlamış. Aradan birkaç ay geçince bizim ağa; "Şu bizim koyunları, bir görüp geleyim." diyerek dağların yolunu tutmuş.. Sonunda çobanı bulduğunda, bir koyunun derisini yüzmekte olduğunu görmüş.. Bir şeylerden şüphelenmiş şüphelenmesine, ama renk vermemiş. Hoş beş’den sonra; "Söyle hele çoban kardeş!" demiş. "Bizim koyunlar ne durumda?"

"Bak efendi!" demiş çoban. "Gök patladı, koyunların doksan tanesi birden çatladı."

Ağa donakalmış. "Ne dedin, ne dedin?"

"Bunda anlamayacak ne var ağam!" demiş çoban. "Gök patladı doksan tanesi birden çatladı. Beşini verdim kasaba, üçünü sayma hesaba.. Öldü gitti birisi, işte sonuncunun derisi."

Kendinden geçen ağa çılgına dönmüş.. Gördüğü yoğurt çanağını kaptığı gibi çobanın kafasına geçirivermiş. Yüzünden aşağı doğru akan yoğurdu gösteren çoban; "Allah’ıma çok şükür!" demiş. "Gördüğün gibi yüzümün akı ile de hesabımı vermişim.."

 






YORUMLAR
En yeni ve güncel etkinlikler için bizi takip edin

Yeni Yazılar E-Postanızda


E-Posta Adresiniz: