Hediye Kampanyamız:En fazla puan toplayan 3 kişiye 400TL'lik hepsiburada hediye çeki hediye ediyoruz..

KÖŞE YAZILARI

| Tüm Köşe Yazıları | Tüm Yazarlar | Yazıcı Dostu |


Mehmet Vural:1957 yılında Erzurum ilinin Şenkaya ilçesine bağlı Evbakan köyünde dünyaya geldi İlkokulu doğduğu köyde, ortaokul ve liseyi Oltu ilçesinde bitirdi. 1975 yılında girdiği Kırşehir Eğitim Enstitüsünden 1977 yılında mezun olarak sınıf öğretmeni oldu. Aynı... Devamı

Diğer Yazıları - Mesaj Yaz - Üye Profili
"FİKİR Mİ?"

 

        Bir öğretmenler gününü daha geride bırakıp yaşadığmız ülkenin gerçeklerine hızla geri döndük. Hiç olmazsa bir gün bile olsa, gerçekliğin harala gürelesinden hayallerin gerçeküstülüğüne kısa ve güzel bir yolculuktu yaptığımız. Her şeye rağmen tüm öğretmenler için kutlu olsun.

        Neylersiniz ki, alacaklı olmanın borçlu olmaktan daha kötü olduğu bir ülkede yaşıyoruz. İtimat edenin sonuna kadar kaybettiği, istismar edenin her zaman kazandığı bir ülkede.. Hangisi daha adaletli bilmiyoruz, lakin kendisinden daha güçlü komşusu, soydaşı, dindaşı tarafından hakları çiğnenen insanımız, çoğunlukla çareyi adalet saraylarında değil de, mafya babalarının kapısında arıyor. Halkımızın, bürokrasinin ve siyasal iktidarların yolsuzluklara bulaşma oranı üç aşağı beş yukarı aynıdır. Bütün bir sistem çıkar guruplarının karşılıklı paslaşmaları üzerinden yürüyor ve paylaşılacak ne varsa kapanın elinde kalıyor.

        Evrensel değerleri toplumsal yaşama buyur etmeyince, çıkar kavgalarının içinde bulduk kendimizi. Güzel ve iyi olana karşı saygı duygusundan, kitaptan, ahlaktan ve üst düzey yaşam felsefelerinden mahrum kaldık.

        Kalabalıklar büyük korolar gibi, aynı sözleri ve aynı ezberleri tekrarlayıp duruyor. Sürü olmayı tercih edince, akla, mantığa, düşünceye, hukuka, adalete, bilime ihtiyaç duymuyoruz.. Hani ünlü filozof Zenon bir öğrencisiyle konuşuyormuş. O ne söylerse söylesin, öğrencisi onaylıyor, hiçbir itiraz göstermiyormuş. Filozofun sabrı tükenmiş ve sonunda gürlemiş; “Hiç olmazsa bir kere itiraz et ya da başka bir fikir söyle de, iki kişi olduğumuzu anlayayım..”

        Şimdi bizim bir Zenon’umuz bile yok. Soru sormayı, itiraz etmeyi, değer yaratmayı, kendi yolumuzu bulmayı kim bize gösterecek?

        Her birimiz kendi gurubumuzun fikri kadar fikir sahibi, gücü kadar güçlüyüz.

        Askerlerimiz, hukukçularımız, Marksistlerimiz, dincilerimiz, milliyetçilerimiz hep aynı kini, aynı düşmanlıkları körüklüyor. Tıpkı Kızılderilileri vahşice yok eden Amerikalılar gibi, değer yaratmak için değil, ötekileştirdiğimiz kim varsa yeryüzünden silmek için var gücümüzle savaşıyoruz.

        Heyhat! Şimdi bizi durduracak, kahraman bir şerifimiz bile yok..

        Varsa yoksa biz varız bu âlemde, öteki yok. Ötekinin olmadığı yerde zulmün adı da yok. Kendi gurupları içerisinde karıncayı bile incitmeyenler, sıra ötekine gelince tam bir canavara dönüşebilmektedir. Kendimiz için değil elbette, Allah için vuruyoruzdur, vatan için, devlet için, töre için, tezek için, karı-kız için. Hak nedir, hukuk neye yarar, zalim kime denir bilmiyoruz. Deryalar içinde kalmışız ve fakat deryayı bilmiyoruz.

        Böyle bir yağma düzeni içerisinde birey olarak kalabilmek neredeyse imkânsızlaşmıştır.

        Ve ne acıdır ki, bütün bunlar okumuş çocuklar(!) eliyle yapılıyor. Okul görmüş demeliydik elbette, okumuş olmak aydınlanmak demektir çünkü.

        Adeta iki yüzü var devletin. Bütün ciddiyetini mazlumlar ve adamı olmayanlar üzerine yoğunlaştırırken, arka bahçesinde “al takke ver külah” oyunlar sergiliyor. Daha da kötüsü, halkımızın bu durumu kanıksamış olmasıdır, ses çıkarmamasıdır, bal tutanın parmak yalama hakkı olduğuna inanmasıdır.

        Hepimiz bir şekilde bulaştık. Bir, iki derken, ufak-ufak kirlendik. Tanıdığımızın olduğu bir yerde, hiç birimiz sıra beklemeyi düşünmüyoruz mesela. Çocuklarımıza da öyle öğretiyoruz. Uyanık olmalarını ve ne pahasına olursa diğer insanların önüne geçmeleri gerektiği söylüyoruz onlara.

        Okullarımız bu dili kullanıyor. Otoriteye boyun eğmeği öğretiyor, onunla iyi geçinmeyi, arkadan dolanmayı, başkalarının altını oymayı, önünü kesmeyi ve oyunun diğer tüm hilelerini bir-bir anlatıyor. Toplumsal yaşama hiçbir katkısı olmayan ve fakat ötekiler karşısında bizi üstün kılacak ezberler, kalıplar veriyor elimize. Sınav başarıcısı çocuklar yetiştirmek için akıl almaz hileler gösteriyor. Ne işe yaradığı belle olmayan,gerçek hayatta pozitif hiçbir karşılığı olmayan eciş bücüş kelimelerle, sihirli sözlerle, okus-pokuslarla, nasıl göz boyanır, kim kimi nasıl alt edebilir, hepsini öğretiyor.. Sonra diplomalar veriyor, sen hukukçusun diyor, sen öğretmensin, sen mühendissin!. Ve lâkin evrensel birikimden mahrum, sorun çözmesini bilmeyen, mazlumun yanında duramayan, makam, mevki ve güç peşinde koşan insanlardan mürekkep tuhaf bir yapı çıkıyor ortaya.

        Üstelik şimdi bizi tövbeye davet edecek bir İsamız bile yok. Hani mabede girince, zina yapmış bir kadın göstermişlerdi ona. Recm edeceklerdi. “Musa’nın emri böyle!” demişlerdi. “Sen ne düşünüyorsun?”

        Yere eğilen İsa, bir ayna resmi çizdi. Bir anda herkes, kendi kötülüklerini onda gördü. Sonra insanlara döndü ve; “Aranızda günahsız olan birisi varsa, ilk taşı o atsın!” dedi.

        Tıpkı Muhammed gibi; hani bir gün bir bedevi mescide küçük abdestini yapmıştı da, onu tepelemek isteyenlere, “Durun!” demişti. “Siz ne yapıyorsunuz öyle, bilse yapmaz!”

       Evet, bilsek yapmayız..

       Düşünün ki bakanlık, “düz liseleri kaldırıyoruz, artık bütün liseler Anadolu Lisesi olacak” diye açıklama yapıyor ve bizler dönüp onlara; “Anadolu Liselerinin başarısı yapısal değil, seçilmiş öğrenci başarısıydı.” demiyoruz, diyemiyoruz. “Bir süre sonra, aynı okullarda yine aynı sorunlarla karşılaştığınız zaman ne yapacaksınız?” diye de sormuyoruz.

      Çünkü onlar bilmiyorlar, bilseler yapmazlar; onu kaldırdık, bunu koyduk demezler.

      Eğitimle ilgili meselelerin altından deneme-yanılma yoluyla kalkılamayacağını bilseler yıllardır başımıza onca derdi açarlar mıydı hiç?

      Bütün kadroları ahbap-çavuş ilişkileri biçimlenmiş bir teşkilat uzmanlık gerektiren öyle konuların altından hem nasıl kalkabilsin ki?..

        Şimdi bizi derinden sarsacak, uykudan uyandıracak, neyle uğraştığımızı hatırlatacak bir Demostenes’imiz bile yok. Önemli bir tartışma yapılırken kürsüye çıkmış hani.. Ancak birbirleriyle konuşmaya devam eden insanlara kendisini bir türlü dinletememiş. Sonra;, “Bir hikâye anlatıp ineceğim!” demiş. “Uzun zaman önceydi, bir delikanlı Atina`dan Megara`ya gitmek için bir eşek kiralamıştı. Eşeğini kiraya veren adamın da Megara`da işi vardı, beraber yola düştüler. Konuşa-konuşa giderlerken öğle sıcağı bastırdı, biraz dinlenmek ve öğle yemeği yemek için bir suyun başına çöktüler, ama ortalıkta hiç gölgelik yoktu. Eşeğin sahibi yemeğini alıp eşeğinin gölgesine sığındı. Eşeği kiralayan genç buna içerledi, —sen çekil, o gölgede ben oturacağım— dedi. Beriki itiraz etti, —hayır ben oturacağım, çünkü eşek benim. Delikanlı, —ama ben eşeği kiraladım— deyince, eşeğin sahibi, —ben sana eşeği kiraladım, gölgesini değil— cevabını verdi. Sonunda aralarında kavga çıktı.”

        Hikâyenin tam burasında Demostenes kürsüden inerek yürümeye başladı. Dinleyiciler; “Sonunda ne oldu, sonunu anlat!” diye bağrışmaya başlayınca Demostenes kürsüye döndü; “Sizin için çok önemli bir konuda bir şeyler anlatmaya çalıştım, dinlemediniz. Şimdi ise eşeğin gölgesini merak ediyorsunuz. Ne fikrimi söyleyeceğim ne de eşeğin gölgesine ne olduğunu!”

 

 






YORUMLAR
En yeni ve güncel etkinlikler için bizi takip edin

Yeni Yazılar E-Postanızda


E-Posta Adresiniz: