Hediye Kampanyamız:En fazla puan toplayan 3 kişiye 400TL'lik hepsiburada hediye çeki hediye ediyoruz..

KÖŞE YAZILARI

| Tüm Köşe Yazıları | Tüm Yazarlar | Yazıcı Dostu |


Mehmet Vural:1957 yılında Erzurum ilinin Şenkaya ilçesine bağlı Evbakan köyünde dünyaya geldi İlkokulu doğduğu köyde, ortaokul ve liseyi Oltu ilçesinde bitirdi. 1975 yılında girdiği Kırşehir Eğitim Enstitüsünden 1977 yılında mezun olarak sınıf öğretmeni oldu. Aynı... Devamı

Diğer Yazıları - Mesaj Yaz - Üye Profili
"EĞİTİMDE BİLGİNİN KAYNAĞI; YA DA LİTERATÜR.."

 

   Milli Eğitim Yayınevinin yayımladığı iki üç çeviri kitabı saymazsak, doksanlı yıllara gelinceye kadar bu ülkede eğitimle ilgili kitap yok denecek kadar azdı. Eğitim kitabı dendiğinde akla, “Milli Eğitimle İlgili Kanun ve Yönetmenlikler” gelirdi. Ki günümüzde hala, öğretmenlerin sahip olduğu baş kitaplardandır. Çünkü sistem içerisindeki hemen herkes kuralları bilmek zorundadır. Yoksa kravat takmamak gibi mesela, çok basit nedenlerden bile başınız derde girebilir. Nasıl giyineceğiniz, hiyerarşi içerisindeki yeriniz, amir-memur ilişkileri gibi, eğitimle ilgisi olmayan ve fakat eğitim sisteminin en temel değerleri haline getirilmiş “sade suya tirit” cinsinden metinlerdir. Az gelişmiş ülkelere has bu biçimsel duruş, aslında kitapla olan ilişkinin de sınırlarını belirler; ezberlenmesi gereken itaat kuralları yazılmışsa eyvallah, aksi takdirde kitap dediğiniz şey kimin ne işine yarar ki?

   Doksanlı yıllarla birlikte, ülkemizde eğitimle ilgili çok sayıda kitap yayınlandı. Eğitim fakültelerinin yaygınlaşması ile, akademik personel Batının eğitim bilimleri alanındaki birikimini tercüme yoluyla üzerimize boca etmeye başladılar ve böylece onlar kariyer yaparken bizler de çağdaş bilgi ile buluşmuş olduk. Bu durum madalyonun iyi tarafı, bir de kötü yanı vardı. Aynı akademik dünya, sahici araştırmalar yaparak bize tanımlayan yeni sözler söyleyemedi. Özellikle sosyal bilimler, her toplumun kendi gerçekliği üzerinden yürütülmeliydi oysa.

   Artık şimdilerdeki temel sorun kitapsızlık değil, eğitim bilimleri alanında bizi tanımlayan bilimsel verilerin ortaya konulmaması ve öğretmenlere kitap okuma alışkanlığı kazandırılamamış olmasıdır.. Öyle ki, bu tercümeleri yapan hocalar kitaplarını ancak kendi öğrencilerine satabilmişlerdir. 

   Ne yazık ki ülkemiz, en azından son bir kaç yüz yıldır, eğitimle ilgili yeni sözler söyleyebilmiş babayiğitlere sahip olamadı. İstatistikleri saymazsak, yerinde yani sınıf ortamında yapılmış ciddi hiç bir araştırma göremeyiz; hem kaldı ki böyle bir araştırma yapmak isteyenlere karşı da, "yassahh!" dan başka söz bilmeyen ve dahası "kodumu oturtacak" bir kamu engeli vardır. Eğer çok ileri gidip de, “yeni bir öğretim metodu denemek ve sonuçlarını görmek istiyorum” deme gafletine düşerseniz, önce eğitim bürokrasisi içindeki liyakatsiz yöneticilerin tacizi ile, daha da ileri giderseniz bürokratik krallığın “bir değişiklik yapılacaksa onu da biz yaparız” yollu efelenmesi ile karşılaşırsınız. Bütün yasakçıların tek dayanak noktası, sahip oldukları ezberler ve istedikleri gibi yorumlayabildikleri kanun ve yönetmeliklerdir. 

   Öğretmenlik yaptığım yıllarda, kitap çalışmalarım için ücretsiz izin almak istemiştim. Dilekçemi okuyan yönetici; “yok kardeşim!” demişti. “Kitap yazmak isteyenlere ücretsiz izin vermiyoruz.”

   Erken cumhuriyet dönemini ve özellikle merhum Hasan Ali Yüceli bir kenara koyarsak, bakanlığın kitaba bakışı ne yazık ki öteden beri hep böyle olmuştur.

   Eğitimle ilgili bütün literatür Batılı ülkelerde yapılmış araştırma sonuçlarını içermektedir.. Bizdeki sosyal ve kültürel doku, toplumsal değerler ve inançlarımız insan davranışlarına farklı biçimlerde yansıdığı halde Batının metodolojisini kullanıyor olmamız elbetteki alabildiğince büyük bir çelişkidir.. Birebir aldığımız verilerin derdimize derman olmadığını görmek bile araştırmaların önünü açmaya yetmiyor. Gelen bilgileri işe yaramaz kılan başka bir neden de, ezberci eğitim sistemidir. Sorgulanıp içselleştirilememiş bilgilerin davranışa ve eyleme dönüşmesi mümkün olmuyor.

   Derdimiz, galiba bizim Cevat Emminin derdine pek bir benziyor.. Bir gün kahveci çırağına; "Oğlum!" demiş. "Bana bir coca cola getir!" Arkadaşları gülüşmüş. "Koka kola" demesi gerekiyor ya. "Olmaz Cevat, olmaz!" demişler. "Artık bir çok kelime, yazıldığı gibi okunmuyor.. Amerikan etkisi, anla işte canım!." Bu işe pek akıl sır erdiremeyen Cevat Emmi şaşırmış.. "Ola siz ne diyirsiz?" demiş. "Yani bundan sonra bana, Cevat Emmi yerine Kavat Emmi mi deyecahsız?"

   İnsanı anlamak ve ona yaklaşmakta Batı ile Doğu her zaman birbirinden farklı metotlar kullanmıştır oysa.. Yunus ile Goethe arasındaki benzerlikler sınırlıdır.

   Türk toplumunun önüne; evet bir yanıyla alabildiğince ileri, ki başımız gözümüz üstüne, lakin diğer yanıyla, tıkanmış bir Batı’yı koymak, bana biraz haksızlık gibi geliyor. Aslına bakarsanız, şimdilerde pek uzağına düşmüş olsak bile, istediğimiz zaman yeniden istifade edebileceğimiz önemli bir medeniyetin çocuklarıyız. Ki bir zamanlar, eşsiz bir musikiye, sadece aşkı anlatan olağanüstü bir şiire, bütün inançlara hoşgörü ile yaklaşmış toplumsal bir zemine, merkezi kubbe halinde yeryüzüne inmiş kehkeşanlara, Mevlâna’ya, Yunus’a, Mustafa Kemal’e ve kovulmuş Yahudilere kucak açacak kadar kendine güveni olan bir devlet geleneğine sahip olmuşken, sahi neden olmasın diye hayıflanmadan edemiyoruz; Batı Medeniyetinin bile önünü açabilecek değerleri neden yeniden üretmeyelim.. Ve lakin, şimdi mazi olmuş o birikimi evrensel ölçekte harmanlayacak araştırmacılara, akil adamlara ve bizi yüreklendirecek liderlere ihtiyacımız olduğu kesindir.

   Hamasetin bize zarar verdiğini düşünenlerden birisi olarak kimseyi yanıltmak istemem. Gördüğümüz fotoğraf bizlere şimdilik bunun mümkün olmadığını söylüyor. Yukarıda söylediklerimiz birer gelecek öngörüsü olarak algılanmalı, yoksa günümüzde hala, “yaşam kalite endeksi” ölçeklerinde Batılı insanın bize göre daha mutlu ve sağlıklı ilişkiler içerisinde olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Kullandığımız bilgi dahil, işe yarar bütün değerleri Batıdan aldığımız gerçeği, en azından üç vakte kadar değişecek gibi gözükmüyor.. Çalışma ofisinize şöyle bir bakarsanız, kitaplarınız da dahil bir tek ürünün bile ilk tasarımının bize ait olmadığını fark edeceksiniz.. Yapılması gereken öncelikli olarak ezberci sistematiği yıkmak, bilimle, sanatla, kitapla yeniden ve gerçek manada buluşmak ve okul da dahil bütün kurumsal yapıları insan merkezli hale getirmektir.

   Batıdan gelen bilgiyi kutsarken, o bilgilerin ortaya çıkış öykülerini sorgulamayınca bilimi yeniden üretemiyoruz. Dolayısıyla, literatür kavramı da, ihtiyaç duyuldukça sözde bilim adına başvurulan bir fahişe olmanın ötesine geçemiyor.. Orijinal araştırmalar yapmak yerine ithal edilmiş hazır bilgiyi ezberlemeye alışmış insanların gürültüleri o dereceye varmıştır ki, farklı sözler söyleyebilmek, kesin sonuç içermeyen veriler hakkında konuşmak, teori adıyla ortaya atılan dogmaları eleştirmek ve antitez üretmek neredeyse imkansız hale gelmiştir.. Ülkemizdeki bazı sözde bilim kurulları için bu o kadar doğal ve sıradan bir şeydir ki, bir üniversite rektörünün benim diyerek kariyerine basamak yaptığı kitabın aslında tercüme olduğunu öğrendiklerinde bile, rektör yerine, ifşa edenleri cezalandırmaya yöneldikleri vakıadır.

 

 

 

 

 

 






YORUMLAR
En yeni ve güncel etkinlikler için bizi takip edin

Yeni Yazılar E-Postanızda


E-Posta Adresiniz: