Hediye Kampanyamız:En fazla puan toplayan 3 kişiye 400TL'lik hepsiburada hediye çeki hediye ediyoruz..

KÖŞE YAZILARI

| Tüm Köşe Yazıları | Tüm Yazarlar | Yazıcı Dostu |


Mehmet Vural:1957 yılında Erzurum ilinin Şenkaya ilçesine bağlı Evbakan köyünde dünyaya geldi İlkokulu doğduğu köyde, ortaokul ve liseyi Oltu ilçesinde bitirdi. 1975 yılında girdiği Kırşehir Eğitim Enstitüsünden 1977 yılında mezun olarak sınıf öğretmeni oldu. Aynı... Devamı

Diğer Yazıları - Mesaj Yaz - Üye Profili
"ÖĞRETMEN Mİ DEDİNİZ?"

Şimdi hayal meyal hatırlayabildiğim Nurettin  ve Behrüz  ağabeyler Erzurum’da bir yıl kadar ortaokula gitmişler. Güya ben de okuyacağım ya, anlattıklarını can kulağıyla dinler, bilgi sahibi olmak isterdim.. Lakin her seferinde, darmadağınık olurdum. Sert öğretmenler, öğrenci kavgaları, bıçaklamalar, kahpece ön kesip arkadan vurmalar, tecavüzler..

Şehir ve okul dedikleri bu muydu, okumak için gittiğimde bunları mı görecektim?.. Ne yazık ki içine düşünce gördüm, Behrüz ve Nurettin kardeşlerin anlattıkları kadar olmasa da, köydeki o safiyetin yerini alan saçmalığı gördüm..

İlçe ortaokulunda karşılaştığım öğretmenlerin her biri, en az Erol Taş kadar kötü adamlardı. Her an bir öğrencinin koluna, kafasına ve poposuna inen sopalar, onların ellerinde otomatiğe bağlanmış gibiydi. Sille atmanın inceliklerini iyi biliyorlardı. Parmaklarının izi gün boyu çıkmazdı yanağınızdan.

Nefeslerini her yerde üzerimizde hissederdik. Yoo halimizi sormak için değil, bir kusurumuz varsa dövmek için dolaşırlardı peşimizde.

Hiç olmazsa köyde, bir tane öğretmenimiz vardı. Ders anlatmazdı, onun da elinde sopa eksik olmazdı, ondan da korkardık, arkasına bağladığı ellerini ne zaman silleye dönüştürecek diye ödümüz kopardı. Pek az girdiği sınıfa hiç girmesin isterdik.

Üstelik çok özel bir öğrenciydim. Biraz ürkek, utangaç, ama sorulan her soruyaya cevap verebilecek kadar çalışkan, temiz, efendi ve sınıf başkanı olacak kadar güvenilen bir çocuk.  Dördüncü sınıfta olmama rağmen, kasabanın köyleri arasında yapılan bilgi yarışmasına gönderilmiştim.

En büyük şansım, sınıfımızdaki, o bir dolap dolusu kitaptı. 100-150 arasında olmalıydı ve ben hepsini okumuştum. Peki ama, ya onlar da olmasaydı?

Kendimi ne kadar kurtarabildim bilmiyorum, ama bu ülke için değer yaratabilecek birçok yetenekli arkadaşımın harcandığını gördüm.. Şimdi en azından onlar için üzülmem gerektiğini biliyorum.

1968 yılında ve Oltu Ortaokulunda, birdenbire onlarca erkek ve kadın öğretmenin içine düşmüştüm. Bu sert adamların bir tanesi bile gülümsemiyordu, ders anlatmıyor, “ne derdin var” diye sormuyordu. Sigaraları, sopaları ve asık suratları ile birer işkence memuru gibiydiler. Onları kitap okurken ya da bugünden bakınca hayatlarında bir tek kitap bile okuduklarını düşünemiyorum. Öğretmen olarak tek yaptıkları, şu şu sayfaları ezberleyip geleceksiniz, yada şu kadar sayfa bilmem ne yazacaksınız!. Ertesi gün sıra ile tahtaya kalkardınız. O söylenen sayfalardaki metinleri papağan gibi kelimesi kelimesine tekrarlayamazsanız, yanardınız. Her bir öğretmenin ödev olarak verdiği onca metni yazmamışsanız yine yanardınız. En efendisi, “tokatı patlatırsam duvara badana olursun!” derdi.

Elbette ki başka yerlerde entelektüel derinliği olan, çocuklarla insan insana ilişkiler kurmayı becerebilen iyi öğretmenler vardı. Burada genel fotoğraftan ve özellikle ülkenin taşrasından bahsettiğimizi umarım okuyucu atlamıyordur. Hem öğretmen ne yapsaydı yani, nihayetinde ülkedeki ortalama insanın yaptığını yapıyordu.

Tuncay, aaah Tuncay.. O sadece amca oğlu değildi benim için, en yakın arkadaşım, sırdaşım, dostum... Ortaokula başladığımızdan bu yana tam kırk yıl geçmiş. İnsani değerlerin henüz tüketilmediği, özgürlüğün hava gibi solunup su gibi içildiği aydınlık bir dünyadan çıkmıştık. Oltu’nun, o adamı içten içe yiyip bitiren ve biraz çürük kokusu havasına ayak uydurmak kolay mıydı?.. Galiba biz başarmıştık. O abuk okulu kırar, sonra sırtımızı bin yıllık tarihi kaleye dayar, mutluluğu ve katıksız bir ekmeği paylaşırdık. Çarşı Başı’nın ayak takımı çocuklarına karşı yiğitçe direndiğimiz ve talaş tozuna türkü bandığımız o kadım zamanlardan geriye kalan ne ki?

Lise yıllarımızda bir iki öğretmenin ders anlattığını hatırlıyorum, ama ortaokul bir felaketler zinciriydi.

O utangaç çocuk çok geçmedi ki içine kapandı, okula küstü ve köyünü özlemeye başladı. İnsanlık değerlerinin henüz yitirilmediği, bozulmamış o eşsiz doğanın içinden gelmişti çünkü. Dağlarını, yaylasını, kuzularını, kadınlarını, ihtiyarlarını aklından çıkaramıyordu.

Peki ama kimdi bu öğretmenler, nereden gelmişlerdi, neden köyümün o güzel insanlarına benzemiyorlardı? Entelektüel derinliği olmayan, çocuklarla iletişim kurmasını beceremeyen ve sadece korkutan, tehdit eden, döven, söven bu insanları kim öğretmen yapmıştı? Caddeleri doldurmuş bu halk neden kavga ediyor, diğer çocuklar neden önümüzü kesip bizleri dövmeye çalışıyordu?

Okulla kurabildiğim tek bağ kütüphanesinden aldığım kitaplardan ibaretti. Söylenenleri yapıyordum belki, kurallara uyuyur, öğretmenleri kızdırmamaya çalışıyordum. Ancak bütün derslerden nefret etmeye başlamıştım.

Lise yıllarımız nisbeten daha iyiydi. Yetmişli yılların başı, ki yıkıcı siyasetin tavan yaptığı yıllar. Bütün öğretmenler karşımızda değildi hiç olmazsa. Sağcı isek sağcı, solcu isek solcu öğretmenler vardı yanımızda. Yine bilim yoktu, sanat, edebiyat, felsefe yoktu.

İyi ki okul kütüphanesindeki klasik metinler ve Ender ağabeye ait “Üstün Kitabevi” vardı, ya onlar da olmasaydı?

Öğretmenlerin Dünya algısına, Cumhuriyet yada Tercüman gazetesi düzeyinde oldukça küçük bir katkıdan bahsedilebilir belki, yada hepi topu birkaç kitabı geçmeyen ideolojik metinlerden. Kaldı ki, çatışmayı ve ayrışmayı besleyen bu ezberlerin zararı, faydasından daha çok olmuştur.

Nihayet bizler de öğretmen olduk. Ancak kimse bize çocuklarla nasıl iletişim kurulacağını, rehberliğin  ne menem bir şey olduğunu ve gençlerle neyi nasıl paylaşacağımızı öğretmemişti. Elimizdeki tek araç, bizden önceki öğretmenlerin bizlere nasıl davrandığı bilgisiydi..

İşte bütün hikâye budur!.

Ve ne yazık ki bugün hala, babadan kalma yöntemlerle öğretmenlik yapıyoruz. Bizden öncekileri taklit ediyor, isanlığın bütün bir birikimini ve tecrübeleri görmezden geliyoruz. Bilinçaltımızın kıvrımlarına o eski otoriter öğretmenler hakim. Adeta ruhumuzu ele geçirmiş gibiler. Farkında değiliz belki ama, onların ezberlettiği rolleri oynuyoruz. Bir türlü kendimiz olamıyor yada bunu ısrarla reddeddiyoruz.

Bu bulaşığı temizlemenin, bu ezberleri terk etmenin başka çaresi yok; ta ki gönlümüzü insanlığın ortak birikimine açarak kitapla sahici dostluklarlar kurmaktan başka.






YORUMLAR
En yeni ve güncel etkinlikler için bizi takip edin

Yeni Yazılar E-Postanızda


E-Posta Adresiniz: